28 Aralık 2009 Pazartesi

Kavşakda Dur ! Sola Dön

Ben kadere inanmam.İnsanların kendi kaderlerini kendisinin cizdiğine inanirim.İster hayattaki hatalar o hatanın içindeki fırsatların yanında cok kücük kalır ,her hata yeni bir fırsat önemli olan onu görmektir gibi cümleler ister enerji,pozitiv düşünce deyin...
Öyle ya da böyle şayet kader varsa slow food kaderime çizilmiş en güzel yollardan biriydi benim için.
Slowfood'un hem mesleki hem birey olarak beni çok beslediğine,ufkumu daha da bir açtığına inanıyorum.
Gastronomi okumaya karar verdiğimde tek endişem tamamen kendi zevklerime yönelik bir şey okuyup insan olarak ülkeme,dünyaya sosyal sorumluluk adına yeteri kadar katkıda bulunamayacağım endişesiydi.Çünkü hiç bir zaman ot gibi yaşayıp ot gibi ölmeyi istemedim.Dünya'ya öyle ya da böyle bir amaç ve katkı sağlama amacıyla geldiğimize inananlardanım.Söz konusu okuduğum mutfak,yemek olunca bende hep türk mutfağı ile ilgili bir şeyler yapabilirim diye düşünmüş son karar için 4 senin geçip şekillendirmesini beklemiştim.

Slow Food ise bırak sadece türk mutfağını ondan daha derin,derinden de öte toprağım için,kültürüm için ve yine dolayısıyla mutfağım için neler neler yapabiliceğimi gösterdi.Aslında slow food ile ilgili düşüncelerim için ayrı bir yazı yazmam gerek.
Kısaca,Slow Food hayat felsefemle mesleğimi içiçe sokup bir bütünsellik sağladı artık legolar daha iyi bir oturuyor sanki daha bir huzur var hayatımda :).
Bir diğer güzel şey ve belki de beni en çok mutlu edense bir dolu benim gibi düşünen hayata bakan insanlarla tanışmama vesile olmasıdır.Tangörcüm yine senin adını burdan zikretmem ve abiliğini göstermem lazım.Pazar sohbetlerimizde bana hep derdi merak etme kendin gibi insanları bulucaksın ,farkında olmadan kendine çekeceksin ..Ne mutlu ki gerçekten öyle oldu,oluyor,olmaya devam etsin :)
Burdan Evrim,Pelin,Özge,Levent,Sedef'in isimlerini zikretmeden geçemeyeceğim.(ah bir vakit olsa en son yaptığımız euro gusto maceramızıda burdan yazabilsem..)Ne mutluyum ki sizlere sahibim çoçuklar, ne mutlu ki sizle aynı masada oturup aynı düzlemden bakabiliyoruz hayata.Slow Food'un bana verdiği en güzel hediyeler, sizleri seviyorum.Hani şu hep dilimden düşürmediğim insanın nerde olduğu değil kimlerle olduğu sözü pek bir pekişiyor sizlerle.Filizcim,mentorum yine bir slow food vesilesi pek tabii senide unutamam :)

İşte bu gün ,24 yaşında,bu güne kadar yaşadıklarını özümsemiş ,hayatında neyi sevdiğini,neyi en çok istediğini,nasıl kısmını değil belki ama neyi yapması gerektiğini hala öğrenmekle beraber bilen bir kız var.

Bu kız hayatı çok seviyor,sevdikleriyle olmayı,vakit geçirmeyi ,sofralarda beraber olmayı,sofra muhabetlerini,yemeği,yemek yapmasını,doyurmasını,türetmesini,üretmesini,durmayan enerjisni,çoşkusunu,gezmeyi,görmeyi,tanımayı,öğrenmeyi,kültürleri,tarihi,insanlığı,okumayı,yazmayı,hayal etmeyi,hayal etmekten vazgeçmemeyi seviyor asıl zengiliğin içdeki huzur olduğuna inaniyor.Bundan 20 sene sonra yine sevdikleriyle,dostlarıyla ,eşiyle,cocuklarıyla bir sofrada oturmuş yüzünde büyük bir tebessümle bulmak istiyor kendini.

Ve o yüzden artık sadece bir mutfak aşçısı olmanın onu mutlu etmeyeceğine,tatmin etmeyeceğine inanıyor.Haftada 6 gün bir işte hırslara yenik düşerek yahut yannış hedeflere yönelik çalışmalarda bulunup iç huzurundan, hayatta ki diğer sevdiği şeylerden,yaşını yaşayamamaktan mahrum olmak istemiyor.Hele ilerde hiç pişman olmuş olmak istemiyor.Cvsel ve maaşsal önemsiyişlerden arı olmak istiyor.Geleceğine bu şekilde yatırım yapmak istemiyor yapıyım derken hayattaki diğer şeyleri kaçırmak istemiyor.Şayet ödenmesi gereken bir bedel varsa bu bedelinde ille bu yollardangeçmesi gerektiğine inanmıyor.
Belki ilerki hedef aynı olsada varılacak yol aynı olsada izlediği yönü değiştirme vakti geldiğine inaniyor.
Önce biraz kendine vakit ayırıp toparlanması gerekiyor sonra içinde hem gezmenin görüp öğrenmenin hem tatmanın damaksal zenginleşmenin barındığı
onu asıl besleyecek yolda ilerlemek istiyor.Mutfağı seviyor mu mutfakda olmayı seviyor mu yine olmak istiyor mu tabii ki seviyor deli gibi seviyor,olmakda istiyor ama sanırım bu kız cok şeyi seviyor :)
ve işte sizlere bir türlü söyleyemediğimi şeyi söylüyor ve belki de ilk defa kadere inanması gerekiyor kendisinin uzun süredir kurcaladığı bu satırları ceserat edip de ayrılamadığı işine
başka şeylerde vesile oluyor ve beyaz ceketli işinden ayrılıyor.

Ona bu güne kadar emek vermiş,inanmış herkesden özür diliyor,mahcubiyetini gizlemiyor.
Öte yandan ona inanmalarını ve en çok ihtiyacı olduğu şu dönemde desteklerini ondan esirgememelerini istiyor.Kafasında bir sürü proje, bir sürü yapmak istediği şey var.

Çünkü onu mutlu eden bu ve o onu mutlu eden yolda yürümek istiyor artık.

Unutmadan ömründen uzun idealleri var asıl şimdi çalışması lazım çook çalışması, çok yaşaması, lazım çook :)

24 Aralık 2009 Perşembe

bu yollar dağ taş yerine peynirden şarapdan olsa

Ben kendimde bu tutkuyu keşfedip gastronomi okumaya karar vereli 4 seneden fazla zaman olmuş.Zaman su akar gibi geçip gitmiş, gidiyor ,büyüyorum, hata yapıyorum,öğreniyorum,okuyorum,merak ediyorum,özlüyorum,istiyorum,seviyorum,yeniden ve yeniden kendimi keşfediyorum..
Aynı ben gibi hayata karşı olan içimdeki bu tutkuda büyüyor,dönüşüyor..Hani yaşın büyüdükçe müstakbel partnerinden beklediklerin gibi..İlkokuldayken güzel yüzlü bir çoçuk yahut sarışın renkli gözlü bir hanım evladı aşık olmak için bize yeterken, üniversite çağında bunların çok ötesinde farklı şeyler arıyor insan..

Gariptir kendimi bilmek ,hayattan ne istediğimi bilmek konusunda ayaklarım daha fazla yere bastıkça gerçeklerle karşılaşmaktan olsa gerek dünyam daha fazla bulanıyor.

İşte ben okula gidip gastronominin g'sinden a'sına,s'ine (yok daha fazla ileri gidebildiğimi sanmıyorum daha) geçerken bu süre zarfında kendimi çok hırpaladım,çok çalıştım.Her şeyi hep 2.plana öteledim.Şemsa Hanım zamanında demişti yakarsın kendini dikkat et bu kadar çalışma koşturma,kendine zaman ayır..Nerdeee bir kulaktan girip ötekinden çıkma misali bendeniz.
Sırf oda değil tabii zaman-para ikilemi o zamanda süre geliyordu.Hoş mutlu muydum bunları yaparken mutluydum.Canımı sıkan şeyler için mutfak bir araç mıydı, içinde yok mu ediyordum pişirip yiyor muydum.Evet belkide öyle yapıyordum...
Şimdi bunları biraz utanarak söylüyorum,ama hayatımda öyle bir noktaya gelmiştim ki
kendimle ilgilenmiyordum hani odamı filan geçiyorum zaten artık kendisi kalıtsal bır durum oldu bildiğiniz kronik dağinik bir odam var :)Çok da mutluyum odamla :)
Sinemaya gitmiyordum.Özel hayat mı oda ne ?
He öte yandan ,bir dergide yazılar yazıyordum,sınıf başkanlığı,bölüm başkanlığı,dereceler,projeler,bölüm 3.lüğü,iş,catering gibi bir çok terim hayatımın içindeydi.Allah icin çok sevgili arkadaşlarım vardı.Burdan Nil'i ,Alp'i,Suna'yı,Burak'ğı ve tabii Melisa'yı en başa yazmazsam haksızlık olur.
Hele hele hayatıma "keyif pezevenkliği" sözcüğünü sokan Alp'e ayrıca teşekkür etmem gerek.Bizi sofralarda toplayan yediren içeren ve de gezdiren kendisidir.Kendisi benden 6 yaş büyük olmakla ve işletme okumayı bırakıp gastronomi yollarına düşmeyi tercih etmiş bir abimdir,kardeşimdir benim için :)Bana hayatla ilgili verdiği ilham ve öğretiği çokdur.
Bu ekiple az çok zamanın ve paranın el verdiğince yine boş vakitlerimde yiyor içiyordum.Bu ekip olmasa rakıyı bu kadar sevmez,çiğ köfte delisi olmazdım bu ekip olmasa Yusuf Usta,Umut Ocakbaşı gibi yerlerin tadı olmazdı bende,gezip görmeyi bu kadar sevdiğimi anlamazdım.
Bu ekip, hayatın aslında nerde değil kimlerle olduğun düşüncesinin önemine daha bir kuvvetle sarılmama sebeb veriyordu sanki.Zaten asıl hayatta beni mutlu eden bu değil miydi ? Buydu..
Yinede az ekmedim değil bu ekibi en yukarda saydığım nedenlerden ve şimdi deli gibi kendime kızdığım zamansızlıklardan ötürü..
Kızdım ve hala kızıyorum kendime aslında bazen twitterda "peki ya gençlik" gibi yazılar yazdığımda insanlardan hiçbir yere gitmiyor bak gibi yorumlar alıyorum.Oysa durumun bir de iç yüzü var.Yaşımın gerektirdiklerini yaşamadığımı düşündüğüm senelerim,zamanlarım var.İnsan 4 yazda üstüste çalışır tatil yapmaz mı mesela ya da hem okula gidip hem çalışır mı?Neydi bende ki bu gelecek endişesi yoksa tutku muydu yoksa ikisi ortaya karışık mıydı yoksa bir kaçış ?
Belki bu ödenmesi gereken bir bedeldi,bedel ama ben bunun ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünmüyorum artık.
Bu dönemle birlikte ve okulda aldığım eğitimle birlikte gezmeye görmeye yerinde tatmaya yeni insanlar tanımaya yeni kültürler öğrenmeye özeliklede yemeğin kültürel ve birleştirici unsurları hakkında düşünmeyi ne kadar cok sevdiğimi fark ettim.Zaten gastronomi olmasa sosyolojiye meyil edecektim.
Bu tutkumu alevlendirip iyice karar vermemi sağlayan olaylardan biri sevgili Tangör'le pazar günleri kantinde çalışmaya başlamamdır.O da benim gibi ayrı bir deli ayrı bir dünya insanidır.Büyük ihtimal leylekler büyütmüştür kendisini de bize söylememektedir.Çok da güzel hikaye anlatır tam rakı sofrası adamıdır,ah birde çok iyi bulaşık yıkar aklınızda bulunsun ;)
Az anlatmadı Edinburgh ve italya'da okurken başından gecenleri ...Bense onu hep büyük bir zevkle dinledim,hala da dinliyorum aslında.Ve dinlerken fark ettim ki ben onu sadece dinlemiyordum.Bende onla gidiyordum oralara ,ordaymış gibi mutlu oluyordum..Sanırım ondan hayallerimi uygulama konusunda güç aldım.
Kendisi bana hep sende bir gün gideceksin gezeceksin göreceksin hayal et ,hayal etmek yolun yarısıdır derdi evet Tangör bak bende sözünü dinliyorum hayal ediyorum ,tüm kalbimle inanarak..
Bir diğeri ise Yeditepe Üniversitesi'nde düzenlenen Yedi Tepe Yedi Mutfak adlı organisazyonda balkanların Istanbul Mutfağı'na olan etkisiyle ilgili yaptığım konuşmaydı.Bu konu bana verildiğinde -aslen gönüllü olmuştum- ,hiç bir fikrim yoktu daha da kötüsü elle tutulur bir kaynakta yoktu aileden bir bağlantı yoktu..Kızım deli misin nerden çıkardın işin gücün yoktu da nerden 15 dklık bir konuşma çıkaracağım diye kendime kızmaya başlamışken büyük bir zevkle araştırdım ,okudum ,öğrendim, dinledim.Günler geçmesin araştırmama devam edeyim istedim.15 dk sürmesi gereken konuşma 25 dk sürdü sözcükler kendiliğinden döküldü espiriler havada uçuştu.Ben kendime mi şaşsam mutluluğuma mı sevinsem,tebrikleri mi kabul etsem bilemedim.Emin olduğum bir şey vardı ben bu işi sevmiştim.Sonrasında İlhan Eksen'le konuştuğumuzda akedemik anlamda muhakkak bir şeyler yapmam gerektiğini yaparsam çok başarılı olabiliceğimi söyledi.Dünya tatlısı Sula Boziz'de ilerde bir kitap yazmam konusunda tembihledi.Kim bilir belki bir gün neden olmasın..
Bana bu şansı veren Hasan Açanal ve Güzin Yalın'ada ayrıca teşekkür etmem gerek bilseler bende nelere vesile olduklarını..Onların gözlerinde benle gurur duyduklarını belirten ifadeleri bulmakta benim için ayrı bir mutluluktu.Umarım bir gün biz de Burak'la birer güzi ve haso oluruz :)
Ama en çok güldüğüm bu gün ne zaman bir konferansda konuşma muhabetti geçse arkadaşlarımın aman Ceylan sen konuşma şimdi bizi yarım saat kitlersin imalarını esirgememeleri :)

Sanırım bu gün bu yol bitmeyecek, açılım bir diğer posta devam edecek yoksa ben blogdan vaz geçip roman yazmaya başlayacağım.

Mutfağın arkasindaki yürek

"ı can tell you the mechanics-how to make a custard for instance.But you wont have a perfect custard,no matter how well you've executed the mechanics.On the other hand, if it is not literally a perfect custard but you have maintained a great feeling for it then you have created a recipe perfectly because there was that passion behind what you did."

Ne kadar güzel açıklamış Thomas Keller mutfağın arkasında yatan o tutkuyu ,onun önemini..
Söz konusu mutfak olunca benim içinde her şey tutkuyla başlıyor işte aynı Thomas Keller'in ifade ettiği gibi.
Bana hep sorarlar neden aşçılık neden gastronomi diye ?İlk ciddi ciddi karar verişim sanırım Alman Lisesi'nin son 2 yılına rastlıyor.Giderek artan öss baskısına birde büyük iddalı Alman Lisesi eklenince tekrar hayatı sorguluyor insan sanırım.
Hoş sorgulamayı öğreten de yine Alman Lisesi'dir ,hayat bakışımı degiştiren en büyük yerlerden biri de okulumun İstiklal Caddesi'nde olmasıdır.İstiklal'in havası başkadır benim için.Hala haftada bir uğramassam kötü oluyorum.Düşünün o kadar içime işlemiş orası artık.
İşte bu lisenin bana ilk düşündürtüğü şey insanın mutlu olmak için yaşadığı,bir iş yapacaksa mutlu olmak için sevdiği işi yapması gerektiği,insan işini severse başarılı olucağı idi sanırım..
Ordan nasıl yemeğe atladım bilemiyorum.Evet küçüklükten beri iştahımın maşallahı vardı,mutfağa meraklıydım,yemekler yapardım ama ailede ne yemege meraklı birileri vardı ne de iyi yemek yapan.Yani bu konuda hiç bir zaman evsel bir alt yapım olmadı.Ben nerden geldim bu noktaya ne zaman gördümde aşık oldum bu işe hala bilemiyorum o yüzden :)

Ama insan büyüdükçe daha iyi anlıyor daha iyi görebiliyor bazı şeyleri.O yüzden şimdi Alman Lisesi'ne çok minettarım orda okumasaydım büyük ihtimal şu an bir masa başı işi yapıyor olacaktım.

Sonra bu tutkuyu ilk okuldaki şefim David Shipman'da gördüm.Onun gözlerinden bu tutkuyu seyretmek bana ayrı bir zevk verdi.Belki ondandır hala yaptığım yemeğe aynı onun gibi kaşıkla değil, parmığımla bakarım.Onun verdiği zevk,tat çok ayrıdır çünkü.İstesemde unutamam David Şefi ne kadar kızsamda, kırgın olsamda kendisine şimdi, bende emeği vardır.
Tutkumu takip etmesini ,eğitmesini ise Kantin'de Şemsa Hanımla çalışırken öğrendim.Şemsa Hanım o tutkuyu gördüğüm 2. insandı.Çok şey öğrendim ondan çok.Öğrenmek derken yemek tariflerinden asla bahsetmiyorum.Hatta elimde tek bir kantin tarifi yoktur yazdığım.Çünkü hiç bir zaman gerek duymadım.Yok aynısını yapabiliceğimden değil.Şemsa Hanım bana yüreğimle nasıl yemek yapabiliceğimi öğretti çünkü.Ve ben artık biliyorum ki yüreğimi dinlediğim sürece o yemek ,yemek oluyor ve Ceyo'nun yemeği oluyor :)
Şayet ilerde elle tutulur bir şeyler yaparsam bilin ki Şemsa Denizsel'in katkısı büyüktür.
Çünkü yürek olmadan hiç bir şey olmuyor..
Kendisine hanım diyesim bile gelmiyor artık annem gibi artık kendisi.Öyle seviyor,öyle sayıyorum..Dilerim bir gün kendisine benle gurur duyma onurunu yaşatabilirim.

Bu tutkuyu gördüğm 3.kişiyse kesinlikle Gaja'da çalıştığım süre boyunca ne şanslıyım ki başbaşa çalışma fırsatı bulduğum Dominic Jack'dir.Bu işi mutfakda devam ettirme kararımı onun sayesinde vermişimdir.Onun sayesinde aşık olmuşumdur mutfağa deli gibi.Onun sayesinde bana hiç bir zaman koymamıştır haftada 7 gün,günde 14-15 saat çalışmak mutfakda.Hatta çalışırken aç bile kalmak delicesine (evet evet bu benim için gerçekten imkansız bir şey normalde).
Bazen hayatımın hep onun gibi bir şef ve gaja gibi bir mutfak arayarak geçmesinden korkuyorum.O aşkı çok özlüyorum..

İşte bu iki mutfak ,birbirinden tutku haricinde uzak mı uzak olan bu iki mutfak, aynı hayatıma girmiş iki önemli adam gibi bende.Kazısan çıkmaz...Biri kocam ,biri aşığım sanki.Hani ideal erkeğim ikisinin ortası.Olurda bir gün bir mutfağım olursa işte bu ikisinin ortasıdır benim mutfağım.
Michelin tarzını değil ama kalitesini,anlayışını,idealistliğini,profösyönelliğini,Kantin'nin
yaratıcılığını,lezzetini, yöreselligini,amatör tutkusunu ceyo'da birleştirebiirsem ne mutlu bana :)

Kısaca mutfak benim için hiç bir zaman iş olmadı.İşten öteydi her zaman.Sadece iş olduğu anda mutsuz oldum,oluyorum.
Belki o yüzden hiç bir zaman %100 profesyönel olamayacağım mutfakda.
Çünkü bazen bu iyi niyetli tutkumla hayati gerçekler birbirine çok fena karışıyor.

Bense hep tutkumun götürdüğü yere gitmek istiyorum..Şımarıklık mı sizce bu ? Hayalperestlik ?

Kendime yeni bir yol çizdim ,çizmeye çalışıyorum daha zor belki,belki daha riskli
ama insanın kalbi başka şeyler için atarken nasıl sevişebilir ötekiyle ?

ps:evet bu ara pek bir sakız yaptım şu "yol" sözcüğünü ,öbür postda açılımını yapacağim.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Bir Paul ,Bir Eric

Bu gün julie&julia filmini seyrettim.İştah açan görüntüleri bir kenara bırakırsak en cok dikkatimi kocaların (Paul ve Eric) karakterleri cekti.Hani derler ya her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır diye.İşte bu iki kadının başarısının arkasında da bu kocalar var bence.
Eşlerin,sevgililerin birbirlerinin eksenlerine değmeden desteklemeleri ne güzel bir şey.Keşke hepimiz bunu başarabilsek.Tek bir insan olmaya gerek duymadan,yapışmadan karşındakinin hayallerine,tutkularına saygı göstererek.
Öte yandan gerektiğinde birlikte olmanın verdiği şefkati,desteği,sevgiyi esirgemeden.
Dünya bir tarafdan muhafazakarlık sınırlarını kaldırıp teknolojik aletlerle bizi özgür kıldığını düşünsün, bizi sadece tüketmeye yönelik,bencil,bireyci,paylaşımdan uzak,sömürücü gençler olarak yetiştiriyor.Sahi söyleyin şimdi hangi nesil daha şanslı ilişkiler konusunda ?
Hepimizin sonu birer ıssızlık mı sahiden ? Bunu mu istiyoruz ?

17 Kasım 2009 Salı

7-Roma,mi amor

Her ne kadar gece 11 de internet cafe mı bulunmaz deyip ah istanbulum desemde Roma'yı ben çok sevdim.Sanırım bunda 7'den 70'e herkesin altında bir vespa (malumunuz zaafım var)görmemde etkili olmuş olabilir.
Daracık sokakları,cafeleri,her yerde burnunuza gelen tarihin kokusu ve yemek yemek yemek..
Akşama kadar bütün romayı gezdik collesuma,ispanyol merdivenlerine,aşk çesmesine..
Ama Roma beni sevmemiş olacak ki terslikler bitmemişti.Bu sefer Yelina ile ayrı evlerde misafir olacaktık.Gelin görün ki benim ev sahibim kendisini yalan edince ben deniz yine sokaklara mahkum olmuştum.Bir gece daha mıı hayırr nolamazzzzzzz
Neyse ki Yelina'nın ev sahibi sezar benide misafir etmeyi kabul etti.Yalnız yatak olmadığını,yerde yatabiliceğimi iletti.Tabii ki hemen atladım :)

Sezar anne tarafından Milanolu olan,Roma'yı hic sevmeyen, konuşkan, bir sürü soru sormayı ihmal etmeyen, bir o kadarda düşünceli, erken yaşta evlenip boşanmış tek çoçuk babasıydı.
travestere bölgesinde ardı ardına dizilmiş bir sürü restorandan birini seçti bizim için Sezar.Ah tabii seçmek hiç de kolay olmadı ,bayağ bir dolandık.Mesleğimi öğrenen herkes gibi sezarda şimdi seni öylesine bir yere götüremem dedi.Bendeniz yorgunlukan ve açlıktan ölüyor tabii bu sırada,hani önüme gelen ilk yere oturucağım az kaldı..Sonunda karar kılındı, siparişler verildi.Eh bende her türlü oburluğumu gösterdim :) Sezarın tavsiyelerini de dinledim.Bizim hanım kız mozerella salatası yemeği tercih ederken ben deniz midesine asağıda görülen şu tabağı indirdi üstüne de roma'ya has bir makarna yemeği yedim(malfadine alla romana) gözüm dönmüş olucak ki resmini çekmeyi unutmuşum :))

Sonrasında da (haliyle kendisiyle slow food muhabetti de yaptım) organik bir dondurmacıya gittik,yedik :)
O gece yorganlardan yaptığım yer yatağında -ya da yerde diyelim- yattım.Roma'daydım ,harika yemekler yemiştim,kafamı sokucak bir yerim vardı.Yerde mi yatmışım kimin umrundaaa ..

14 Kasım 2009 Cumartesi

6-Roma'nın tadı tuzu

O kadar alkolün üstüne aklım zehir gibi çalışmaya başlamış, muhabbet iyicene koyulaşmış hatta italyanca cümle kurar olmuştum.
Bedenimse yorgunluktan ölüyordu,çaresizliğimize acıyan çocuklar bizim evde uyuyabilirsiniz değince ilk iş yelinayla göz göze geldik sanki birbirimizle anlaşmışız gibi Yelina'dan tamam sesi geldi.Tabii o göz göze geliş sahnesinde emin misin ? ne yapalım ? bir şey olmaz değil mi ? sorularını sorup yelina'dan güven bana kötü bir şey hissetmiyorum sinyallerinin alındığınıda teyit edelim.
Ah Yelina sen olmasan ne yapardım ben ? :)
Oh sonunda uyuyabilecektik :))
Bir kaç bardakta biz götürelim derken çocukların "relax relax" (oturun deseler anlayamayacağız çünkü) sözleri arasında barı kapatmalarını bekledikten sonra arabaya atladık ver elini Latino :) Arabada ara ara sızdığımı hatırlıyorum buna rağmen yol çok uzun geldi.Yol boyunca artık italyanca değil latinoca kelimeler öğrenmeye başlamıştık.Tabii bir de arada geçen italyan üsülü ingilizce ortaya karışık "milka", "sugero" gibi sözcüklerde dönmüyor değildi.
Vardığımız yer zekariyaköy'ün italya versiyonuydu.Müstakil evler,yeşil bahçeler..
Ne yapsam italya'ya gidip barmaidlik mi yapsam acaba diye aklımdan geçirmedim deği hani.Hele bizimkilerin bahçelerinde dalga çiçekleri pek hoştu.
Tabii ben bu arada hala şef Alex'le iletişim kurmaya çalışıyordum ama nafile :( tek birbirimizi anladığımız nokta yemek isimleriydi.Konuşmamız aynen şöyle geçiyor;
alex :kruvasan (croissant)? ceyo :si si ah evet biliyorum ne demek istediğini..:)
Bir hazin aşk hikayeside burda biter ..

Beylerin evinde güzelce uykumuzu aldıktan sonra artık Roma'yı gündüz gözüyle görme vaktimiz gelmişti.Kedilerine teşekkürlerimizi sunduktan sonra bu sefer Latino'dan Roma'ya trenle döndük.Cappucinomuzu içip,treni beklerken hem Yelina hem ben kimsenin yüzüne bakmamaya özen gösteriyorduk.Malum yoksa yine konuşmayla geçen bir tren yolculuğu bizi bekleyecekti.Hayııır çok yorgunduk biz.Trende hülyalara dalıp uyuyacaktım ben bir kere.
Tabii her zamanki gibi planlar suya düştü.Bu seferki arkadaşımız ki -ismini hatırlayamıyorum- rustu.Bense bu büyük görevi Yelina'ya bırakıp kafamı pencereye çoktan koymuş ,Roma'da yiyeceğim yemeklerin peşine düşmüştüm.

13 Kasım 2009 Cuma

70'inde böyle olur muyum dersiniz ?


(Julia Child ve mutfağı… Fotoğraf Arnold Newman‘a aittir.)


Not : evet herkes Roma'da sarhoş olup hikayenin gerisini unuttuğumu sanıyor.Hikayemize zamansal imkansızlıklardan dolayı ara vermek zorunda kaldım.Sponsor arıyorum :)Biraz zaman borç vermek isteyen ?

28 Ağustos 2009 Cuma

5-Roma'da uykusuz her gece

Allahım neydi öyle ?? Roma termini, yani roma istasyonu sanki bir havaalanı gibiydi hele gündüzleyin tam bir kaos.Ama ertesi güne gecmeden gecenin 11'nde çaresizce Roma sokaklarında internet cafe arayışımızdan ve sonrasında başımıza gelenlerden bahsetmem gerek.Edo'nun arabasına binip internet cafe aramanın peşine düştük bunda ne vardi ki saat daha 11 di gece yarısını bile geçmemişti Roma gibi büyük bir şehirde açık internet cafe olmayacaktı da ne olacaktı.İnternet cafeyi bulduk mu da kalıcak yer bulurduk zaten.
:)Roma'daydık saat daha 11'di.Aa bak bu kesin açık diye her koştuğumuz internet cafe ya kapalıydı ya da kapanmak üzereydi.Sonuç mu elde var sıfır !!
Roma'daydık saat 11'ı geçiyordu internet cafeler kapanmıştı çaresizce elimdeki ipodla bedava internet noktası arıyordum(malumunuz Atina'da bazı parklarda ayni bizim istiklala caddesi gibi bedava internet noktaları vardı burda neden olmasındı ? )tam sevinip heeyy durun buldum galiba derken sinsice otellerin kapısana yaklaşıyordum ama nafile karşıma hep bir şifre çıkıyordu :(
Roma'daydık saat 24:00'ydı internet bulmaktan ümidimizi kesmiştik ,yorgunduk,kalıcak yerimiz yoktu..
Ne yapacağız ne yapacağız diye kara kara düşünürken ,bir yandan Roma'yı arabayla turistik gezi misali dolanıyor ve halimize gülüp duruyorduk :))kahkahaları basıyorduk desek yeridir aslında.Yani roma'da gece araba turu yapmadım diyemem artık !
Traji komik halimize gülmeye devam edelim etrafta tek bir açık dükkan, bir ışık ,sokakta yürüyen bir insan göremiyor ah ah nerde benim istanbulum demekten kendimi de alıkoyamıyordum.İlk başta tamamen geyik sonrasında son çare olarak gözüken açık bir bara gitme ve kapanana kadar orda oturma fikrini yürürlüğe sokmaya karar verdik.
Edo'nun tavsiyesiyle bir bara gittik(zaten topu topu saat 4'e kadar açık iki bar biliyordu ve ikiside yanyanaydı)
Yelina'la yine başbaşa kalmıştık yalnız bu sefer koşullar biraz farklıydı :)Tabii ki ingilizce bimeyen garsonumuza, 2 tane heineken söyledik.
Uykusuz ,yorgun,çaresizdim üstüne bir de zoraki bira içiyordum(duk)sırf 2 birayla bütün gece oturamayacağımızdan bari bir şeyler de yiyelim dedik.İyi ki demişiz hayatımda yediğim en güzel bruschetta 'yı orda yedim.Tabii hem cebimizi hem zamanı iyi kullanmaya calistigimizdan yemek olarak ana yemek yerine sadece bir tane bruschetta söyleyebildik bu duruma garsonun kendisi bile şaşırmış olmalı :)benimse aklımda güzel makarnalar kaldı.

Ah bir de şu kafamı masaya koyup biraz kestirebilseydim..

Neyse işte böyle.. değip yazıya devam etmeyeşim var olayıda bu şekilde bağlayasım.Gelin görün ki asıl bundan sonrasını anlatmak cesaret istiyor.Yelina ile sıkıntıdan patlıyorduk.Her yer de yelinanın kıbarca gülümsemesine cat kapı sohbete alışan bizler soz konusu gecenin 3'unde roma'da bir barda olunca kesinlikle yaramıyordu.Pardon biz italya da değil miydik ? :)Bari şu aşçıyla biraz sohbet etseydim (evet evet hem yemekleri hem kendisini beğendiğim doğrudur)
Kalkmak için hesabı istedik ki..
Birden masamıza biralar geldi sonra kendimizi başka bir masada bulduk.
Taniştirayım Alex (aşçı olan hihi),christo,ivan ..Hayatımda tanıdığım en kibar,en yardım sever latinolu italyanlar kendileri...
O andan sonra zaman nasıl geçti de sabah 6 oldu bilmiyorum.
Yalan yok çok içtik.Bir kaç italyan birası hımm ve de çok güzel bir grappa da buna dahil.HA unutmadan içkiler müesseden

22 Ağustos 2009 Cumartesi

4-Her yol Roma'ya çıkarmış

Hani belki zamanla unuturum bu küçük maceramda geçen ince ayrıntıları ama Roma'yı aslaaa :)
Aslında her şey ilk başta gayet güzel başlamıştı.Sonunda italyadaydık.Ancona'dan Roma'ya giden trenimize binmiş biletci amcanın boungiorna değip biletlerimize bile doğru düzgün bakmadan geçmesine pek bir sevinmiştik.Kızımm burası Italya herkes çok rahat ne güzel :))Nerden bilebilirdik ki o rahatlığın başımıza neler açacağını...
Vagonumuzda -daha sonra istesekde istemesek de tanişacağımız-bizimle beraber bir danimarkalı çift ve perugia'da inecek 3 arnavut çocukla beraber yolculuk ediyorduk.

Tamam tamam söylüyorum ne olduğunu tam keyiflenmiş tatlı tatlı italya yollarını seyredururken trenimizin ani duruşuyla şaşırdık.Hele hele bu duruş 3 saat sürünce.İn cin top oynayan Fabiona adlı bir kasabadaydık.İstasyonu terk edemiyorduk çünkü kimse trenin ne zaman çalışıcağını bilmiyordu.Tek bildiğimiz tren raylarının bozulduğuydu dolasıyle istasyondan geçen her tren de bizim gibi raylara takılıyor ve çalışmıyordu.Ama buna rağmen trenler gelmeye devam ediyordu -anlaşıldığı üzere italyan rahatlığı devam edip diğer trenlere haber verme gereği duyulmuyordu-Bense bu arada danimarkalıları istanbula davet edip ,ingilizce bilmeyen arnavut çocuklarla -yine tek iletişim aracı olan- dillerimizde ortak kullandığımız kelimelerden bahsediyorduk.
Öte yandan 3 saate yakın bir süredir buradaydık. Roma'da hostel reservasyonumuz yoktu.İtalyan rahatlığı bize de mi gecmisti ne ?İnterraildi bu her şey her an olabilirdi buna hazırlıklıydık ama zaman geçtikçe kafamızda ki soru işaretleri daha da büyüyüp ne yapabiliriz diye düşünüyor öte yandan amannn anın tadını çıkaralım yahuuu diyorduk.

O sırada gözlerim Yelina'yı aradı bir de baktım ki her zamanki gibi Yelina iletişim becerilerini kullanmış (ah ah bu kızı işte bu yüzden çok seviyorum)2 italyanla sohbet ediyor.
ne iş yaptığını hatırlayamadığım eduardo (kısaca edo diyoruz) ve fabionolu dans hocası ismini unuttugum seker insan, hele hele istasyonun ortasında gider ayak Yelina'yla bir dans edişi var tam seğirlikti.Herhalde tren beklerken yaptığım en bol kahkalı sohbetti bu :)) Eduardo durumumuza acımış olucak ki bize roma'ya varınca arabasıyla açık internet cafe ve hostel bulmamız konusunda yardımcı olabiliceğini söyledi.Bizde anında atladık tabii bu teklife ( acil durum bu, arabasına binsek mi binmesek mi diye türk usulü paranoyalar düşünecek bir lüksümüz yoktu bu sefer )
Dans hocasına veda edip Eduorda'nın vagonuna yerleştik.Bu arada uzunca bir vakit gecmiş uykusuzluk,yorgunluk ve sinirsel endişe kat sayımızda da bir parça artış gözükmekteydi.Bunun etkileri Roma yolculuğu boyunca durduk yere kahkahalar atmamızla kendisini gösterdi.Hele hele daha önce bahsettiğim gibi yelina türkçe konuştuğunu sanıp elin adamına "gelme gelme buraya başka yere otur "deyişi ile kahkahalarımız iyicene alevlendi.Öte yandan Eduardo'nun bizi deli sanmaması gerekiyordu.Ne olur olmaz ya sonra arabasına almazsa ??? :)Kırk yılda bir ingilizce bilen bir italyana rastlamışız öyle demeyin büyük nimet !!

13 Ağustos 2009 Perşembe

3-Feribotda 22 saat

Patra'ya vardığımızda feribotumuzun kalkmasına uzun saatler olmasına rağmen bilet işlemlerimiz tahminimizden uzun sürünce turist bilgilendirme bürosunun nimetlerinden yararlanmaya karar verip ,bisiklet kiraladık.Daha doğrusu turist bilgilendirme ofisindeki "hey girls where are you from lets comminicate" diyen görevlinin bahsettiği üzere bedava bisiklet kiralanabiliceğini öğrendik.Tabii bisikletleri görüp neden bedava olduğunu anlamak pek zor olmadı.Ama yok biz bisiklete binecektik bir kere.
Asıl soru şuydu nerde binecektik ?Herhangi bir bisiklet yolu yoktu ,ışıklar yoktu ,düz yollar yoktu ve en önemlisi bendenizin bisikletinin frenleri yoktuuu (yokmuş)
Sonunda araba geldi geliyor bak şimdi eziliyorum adrenalini yaşamayı eksik etmeden turumuzu bitirmiş Yelina'nın poposu benim fren yapmaktan bacaklarım hafif ağrır şekilde bisikletleri iade edip,feribotumuza doğru yola koyulduk.Aaa tabii arada bir market alışverişi yapmayı unutmadık dile kolay tam 22 saatlik bir feribot yolculuğu bizi bekliyordu.
Bendeniz bizim yemeklerimize hasret kalmış olsam gerek,akşam yemeğimi marketten aldığım cacık ve yunan usulü konserve zeytinyağlı yaprak sarmasıyla açtım.Yelina mı ? tabiii ki yoğurt ve yulaf :)
Feribotumuz gayet güzel lüks bir feribottu.Biz interrail bileti ile girdiğimizden en üst katta ,yani açık alanda mülteci üsülü seyehat edecektik.1-2 saat sakin sakin yolculuk edip feribotumuzu keşfederken (buna yüzmeyi planladığımız havuzun çocuk havuzu boyutlarında olduğunu keşfetmek de dahil) Yelina'nın ınternet odasına gideceği tuttu.
İşte o andan itibaren bizim feribot yolculuğumuzun sakin gidişatı da değişmeye başladı.
Yelina'nın yanında bir adam mı vardı bana mı öyle geliyordu ?Bir adama bir yelinaya'ya baktım.
Taniştırayim ,Pietro italyan ordusundan..
Meğersem Yelina internet odasına girince medeni bir şekilde ortaya merhaba deyip gülümsemiş.Pietro'da yalnız yolculuk ediyorum çok sıkıldım sana katılabilir miyim değince bizimki de hayır diyememiş.
Pietro'nun garip tavırlarını,ingilizcesinin cok az olmasına yorsakda yoksa bu gay mi diye düşünmedik de değil.Pietro'nun bize ısmarladığı çayları içe duralım(evet beleş hayatımızın başlangıcı da burda başladı) daha önce feribotta Pietro ile tanışmış, -2.misafirimiz olacak olan- isviçreli öğretmen Ursula ile de tanıştık.Uzun bir sohbetin ardından yatma vakti gelmiş herkes odasına, biz beyaz plastikten oluşan sıramıza çekilmiştik.Bendenizin yanında taşımaya üşenmekten ne bir uyku tulumu ne bir battaniyenin var olduğunu düşünürsek nasıl rahatsız uyuduğumu daha doğrusu uyumaya çalıştığımı siz düşünün.Üstüne birde az ötemize şişme yataklarını kuran ve yarı çıplak yatan hollandalı kardeşlerin çıkardığı sesleri,bebek ağlamalarını,telefonda devamlı konuşan yunan adamı ve kapılarının açılıp kapanma seslerini eklersek Floransa-Viyana treni haricinde ki en zor gecelerden biriydi benim için.
Ertesi gün Yelina ile yalnız kalamama durumumuz devam etmekde idi.Önce uykumdan yine bir adam sesiyle uyandım.Sabah sersemi olayı tam kavrayamamakla birlikte birileri kahve içmeye mi davet ediyordu ne ??
Tanıştırayim susmayan Christo kendileri arnavut ,yunanistan da yaşıyor ,italyanlara zeytinyağ satıyor.
Bu seferde Christo'nun ısmarladığı çaylari yudumlar(itiraf ediyorum en çok bu çay içme kısmını sevinmiştim çünkü bir interrailci için feribotta çay içebilmek gerçekten lükstü) bir yandan da sohbet ederken Pietro göründü.Haliyle bizde onu masaya davet ettik.Meğer bizim Christo italyanca da biliyormuş.Pietro ve Christo italyanca konuşup kanka olmaya dursun bizde fırsatdan istifade aramızda ne yapsak da artık masadan kalksak biraz başbaşa kalsak ,havuza girsek ,uzanıp kitap okusak diye konuşuyorduk.Şahsen pek kolay olmadı hele hele Christo'nun zoraki ısmarladığı meyve sularını da(merak etmeyin paketli ağzı kapalıydı:) temkinli olmayı elden bırakmadık hiç) içmek zorunda kalınca.
En sonunda biz havuza giriceğiz deyip ayaklandık ama onlarda bizle masadan kalkıp havuz kenarındaki masaya geçtiler ,planlar suya düştü.Baktık bu böyle olmayacak boşverdik artık kibarlığı giyidik bikineleri, havuz başında takıldık sonra kayısı badem ve ekmekden oluşan yemeğimizi yedik.Duşumuzu alıp yalnız başımıza sıralarımıza uzanıp kitapları elimize almıştık ki ,beyler ellerinde yemek tepsileriyle masaya geldiler.Tepside daha önce yediğim gyros ve greek salad diye adlandıraln peynirli çoban salatası vardı.Yelina'yı bilmem ama ben içimden tuh karnımı doyurmadan önce getireydiniz ya şu yemekleri diye düşünmedim değil.:)
Sonrasında Ursula'nın da katılımıyla masamız kalabalıklaşmış, her türlü fıkra modeline uyar duruma gelmiştik.Bir gün bir feribotta iki türk,bir italyan,bir arnavut,bir isviçreli oturuyormuş...

Saatler daralıp biz italya'ya yaklaşırken masamızda hiç bir değişiklik olmuyor susmayan Christo konuşmaya devam ediyor arasıra Ursula'ya takılıyor, Pietro suskunluğunu koruyor bizse bol bol gülüyorduk.Hayaller kurulmuştu ,Pietro Yunanistan'a yerleşip Christo ile italyan lokantası açacak ,Yelina ise telefonlara bakacak herkes zengin olacaktı.
Ama artık kara görünmüş, veda vakti gelmişti dolayisiyle mailler ,telefonlar alınıp verildi. Pietro'nun arabasıyla hepimizi tren istasyonuna bırakma önerisini kabul edip(biraz düşünmedik değil bu teklifi malum temkinli olmak lazım)yola koyulduk.Ben italya'ya ayak basma sevinci içinde şapşal şapşal gözüme çarpan her tabelayı yazıyı yüksek sesle okuyup eğlenirken Yelina paranoyak bir şekilde etrafdaki okları takip edip gerçekten istasyona mı gidiyoruz gitmiyoruz nereye gidiyoruz kontrol ediyordu :))
Merak etmeyin sağ salim tren istasyonuna varmıştık.Eğlenceli feribot ekibimize veda edip başka bir tren yolculuğu için yola koyulduk.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

2-Atina değil Athena Athena :)

Selanik'e varmakla birlikte yaşadığımız, "simdi burada ne yazıyor acaba? Ayy şimdi bu nasıl okunur ki? " gibi endişelerimiz süre gelsin(bilmediğimiz bir dilin üstüne bir de bilmediğimiz bir alfabe ekleyin) herkesin ingilizce bildiğini fark edince hem şaşırdık (bakınız yine türklere benzemiyorlar) hem rahatladık.
Hatta durum o kadar ileri gitti ki Atina'da merkeze gitmek için otobüs beklerken durakta kendimi senegalli bir adamla fransızca konuşurken buldum :)Gerçi konuşmamız gastronomi bilimi üzerine kurulu az buçuk fransızcamla ve dilimize giren bazı arapça sözcüklerden ibaret olsada telefon numaramı istemeyi unutmadı.Vermeyeceğimi söyleyip bir an önce ordan kalkmanın yollarını ararken birden kulağıma hepimizin aşina olduğu arapça dualar ilişti.Allahım fatiha mı okuyordu şimdi bana ??Anlaşılan benim fransızcamdan ümidini kesmiş ,iletişimi sürdürebilmek için dualara kalmıştı.Tamam da.Nerde kalmıştı bu otobüs ?? imdattt.. Ama dur daha yeni başlıyordu her şey
O sırada önümüzde duran kızlar bize arab mısınız diye sordular.Meğer kızlar suriyeliymiş.Birden bizim senagalli ile arapça konuşmaya başladılar.Diğer yanımızda oturan hanımsa bulgarmış.Ve hepside burda yaşıyormış. Ben miyim yunanistan'da, atina'da.. Yok yok sanmıyorum.
Öte yandan yüzümden hafif bir tebessümü de eksik etmiyordum.Buydu işte ülkenden uzak olmak ,başka bir ülkede ,başka bir şehirde ,bir durakta farklı yerlerden kültürlerden gelmiş insanlarla, dualarla bile olsa bir iletişim kurmak ve aynı otobüsü beklemek..
Selanik'den sonra Atina bize gerçekten şehir gibi geldi.Vitrin düzenlemeleriyle, ara sokalarıyla ve kargaşasıyla istanbul,geniş caddeleriyle avrupa olmaya çalışmış, etrafına antik kalıntıları ve yunan kültürünü serpiştirerek Athena olmuştu.

Nedense hem Yelina hem ben bu tarihden itibaren Atina'ya Atina ile Athens arası bir sözcük bulup istem dışı olarak Athena demeye başladık:)Sanırım bunda ev sahibimizle ve dış dünya ile(yani 7/24) ingilizce iletişim kurmak zorunda olmak ve bir noktadan sonra beynin işleyişinin ana dilinle ingilizce arası bir noktada buluşuyor olmasının etkisi var.Aslında bunu Roma'ya saklamalıyım ama buradan söylemeden edemeyeceğim Roma treninde yine bir koltuk sendromu yaşarken Yelina kendini o kadar ingilizceye kaptırmış olacak ki kendisinin türkçe konuştuğunu zannederek ingilizce "gelme gelme sakın buraya oturma" diye adama bağırışını düşündükçe hala gülüyorum.Çok şükür ki yunanlıların ingilizcede gösterdiği performansı italyanlar gösteremediklerinden hiç kimse bir şey anlamamış, bizde durumu fark ettiğimiz anda gülmekten kopmuştuk.

Gelelim hepimizin merak ettiği şu yemek konusuna öncelikle sevgili arkadaşım yelina vejeteryan :))Sabahları taaa istanbul'dan getirdiği yulafıyla besleniyor, öğlenleri yogurt ekmek, akşamları ise yemek yemiyor yani kısaca benım zıttım diyebiliriz.
Bense geldiğimiz akşam yunanalıların aynı bizim döner gibi her yerde karşımıza çıkan meşhur "gyros"larından yedim.Nasıl bişi derseniz bildiğimiz pide ekmeğine domuzdan yapılmış döneri ,soğanı,cacığı,domatesi koyup sarıyorlar eline de bir peçete tutuşturup veriyorlar.Çok acıkmış olmaktan mıdır bilinmez yerken pek bir mutluydum.Dönerin içinde cacığı daha önce Berlin'de yemiş çok beğenmiştim Atina'da tekrar bu lezzeti bulmak hoşuma gitti.

Atina'da bütün akşamımız, sokaklarını arşınlamakla özelikle tavernaların olduğu plaka ve m. bölgelerinin her türlü ara sokağına girmekle geçti.Haliyle menülerine şöyle bir göz gezdirdiğim tavernaların çoğunda gelenekesel yunan yemeği diye lanse edilen menu greek salad ,gyros ve moussakka(patlıcan musakka) idi.
Sabah ki gezimizde ise İstanbul'da vapurda denize karşı bayıla bayıla yediğim simidin akrabasını görmek beni mutlu etmişti.Hemen sabah kahvaltısı niyetine alıp yemeğe başladım.Simitten biraz daha gevrek ve tatlımsıydı tadı da güzeldi :)

Öğlen ise interrail konseptine uygun olarak marketten yemek alışverişi yapıp türklüğümüzden de ödün vermeyerek Atina meydanında ki çimlerin üsütüne yerleştik.Bir yandan yiyip bir yandan gelen geçeni seyrettik.Tabii market alışverişi süresince bulmaca niyetine gıdaların üstündeki resimlere bakıp "sence bu ne olabilir? Ya yogurt niyetine krema alırsak ?"diye az biraz da zaman geçirmedik değil (su niyetine soda aldığımız çok oldu).Bendeniz ise hem sevdiği, hem de oh sonunda yunancada olsa birşeyi anladım diye sevinerek cacık aldım.Evet evet yunan marketlerinde meze niyetine paketlenmiş cacık bulmak mümkün.
Son kez Atina sokaklarında dolaşıp Akropolis'den bir kez daha etkiledik.
Atina'dan ayrıldık Patras'ın yolunu tuttuk.

9 Ağustos 2009 Pazar

İnterrail Günlükleri 1 -Sirkeci'den Selanik'e

Liseden beri olsa gerek hep bir interrail (trenle avrupa yolculuğu) yapma hayalim vardı.Zamanla hayalin içeriği yönü değişse de para-zaman ihtiyacı hiç değişmedi.Aylar yıllar geçti bak bu sene de olmadı derken artık eğitim hayatımın bitimine geldiğimi fark edip, bak Ceylan bu sene yaptın yaptın şu işi yoksa iş güç peşinde azıcık tatille (evet evet unut o uzun aylık okul tatillerini artık sen) hiç yapamayacaksın bir daha dedim ve karşıma çıkan ilk fırsatta kendimi trende buldum. :)

Yelina ve ben ilk şokumuzu kırık dökük (ınterrail ruhunun bir parçası kabul edilen) sürünmeyi göze aldığımız bir trende yolculuk edeceğimizi düşünürken; kendimizi son derece lüks içinde, buzdolabı ,lavabosu bulunan bir trende bularak yaşadık.Ah şimdiden pek bir sevmiştik o tren sesini.
İkinci şokumuzu ise yunan sınırına gelip pasaport kontrolümüzü beklerken yaşadık.Yunanlılar türklere benzer dediklerinden karşımızda hafif göbekli pala bıyıklı bir Yorgo(yunanca bildiğimiz tek erkek ismiydi oydu o sıralar ) bekliyor, bendeniz korkudan sınıra gelmeden bir türlü yatağıma yatamıyordum. Biz Yorgomuzu bekleye duralım karşımızda umduğumuzdan çok farklı bir Yorga bulup pasaportlarımızı verirken hafif bir tutukluk yaşadık (anlayın işte çoook yakışıklı bir Yorgo idi bu) Kendisi pasaportlarımızı verip "thank you" derken (evet evet polis teşekkür ediyor) 32 dişimizin de görünmüş olması pek bir muhtemel.:)
Sonunda huzurla yatağıma yatabilir ve uyuyabilirdim (arada çat kapı misafir olan konuşkan kürt Ali'den bahsetmeden de geçemeyeceğim.Ama aklımda nedense kocaman ayakkabıları kalmış sahi kaç numaraydı acaba 47 ? 48 ? )
Maalesef her gün böyle güzel bir trenle seyahat edemeyeceğim ertesi gün itibariyle belli olmuştu.Sabah Selanik'e varmış Atina trenine yer ayırtmaya çalışıyorduk.Çalışıyorduk çünkü bütün trenler doluydu (önce tren yok dediklerini ısrarlarımız sonucu biletimizle ayakta gitmek kaydiyle trene binebileceğimizi söylediklerini de belirtmem gerek)
Selanik-Atina treni gayet konforlu gözüküyordu üstelik bir sürüde boş yer vardı.Bizle kafa mı buluyordu bunlar ?Bulmuyorlarmış.6 saat süren yolculuğumuz boyunca her durakta yerimizden kalkmak başka koltuklar bulmak zorunda kaldık.Çünkü her istasyonda bazı insanlar iniyor yerine yeni insanlar biniyordu.Artık şansımıza neresi düşerse.Hal böyle olunca insanlar biletini gösteriyor biz mahsun mahsun yerimiz den kalkıyorduk.Uyku ,dinlenmek ? Hele hele bendeniz bayan stres ve panik için ?Her sefer tren durup yeni insanlar geldiğinde ay bak Yelina buraya doğru yürüyor vallahi bak şimdi buraya gelip yerimize oturacak diye panik yaşıyordum.
Atina'ya vardığımızda bizi Yannis karşıladı(couchsurfing'den bulduğumuz Atina'da evinde kalacağımız arkadaş) Atina'ya geçmeden Selanik'de dolaşırken yanımızdan geçen ayyaş yaşlı bir yunan amca bize dönüp almanca "almanca konuşuyor musunuz" dedi hayat bu ya bizde hemen evet dedik kendisi zamanında almanca profösörüymüş ama artık almanca pratik yapamıyormuş.Bizim nereli olduğumuzu sordu türk olduğumuzu söyleyince daha bir sevindi tebessüm etti. Selanik Yunanistan'nin 2. büyük şehri olmasına rağmen oldukça küçük bir şehir.İzmir'in,Bursa'nin yanına bile yaklaşamaz.Ama o küçük şehirde bile otobüsler duraklarda yazan digital saatlere göre hareket ediyor ve de dakik !

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir kırmızı Vespa

Herkesin hayalleri vardır.Bazılarını kendimize saklarız ,bazılarını paylasırız.Bazılarını ifade etmek anlatmak zordur.Özelikle bu hayaller,somut objelerden çok "an"ların içinde koşan hisselere dönüştüğünde..
Anlatmak için bir an susarız, sözcüklere dökemeyince ya da zaten dökülmez ise .Sonra birden onu görürüz,içimiz bir tık eder yarı hayran yarı gıptayla ve de belki arzuyla bakar ve işlevinden öte anlamlar yüklemeye başlarız ona.Bir obje olmaktan çok içinde hayallerimizi barındırdığımız bir simge olmuştur artık bizim için.
İşte Vespa'da benim için öyle bir şey sanırım.En kırmızısından ..
Dişiliğini sergilemekten korkmayan ,olduğu gibi ,cesur ve özgür ah tabii bir de italya ,la dolce vita..
Kendimi hep kırmızı bir vespanın üstünde italya köylerinde dolaşırken hayal etmişimdir.
En büyük hayallerimden biri kırmızı bir vespayla italyan gustosunu o daracık
sokaklarda,köylerinde arşınlamak.
Velhasıl Roma'da kırmızı bir vespa anahtarlık görünce kendime hakim olamadım ve satın aldım hemen :) Anahtarlığımdaki o kırmızı vespa nedense bana güç veriyor devam et ceylan devam et bir gün o vespaya binecek ve gezeceksin diyor..

Roma'dan sonra ki durağım olan Floransa'da da ingiliz gazeteci yazar Matthew Fort tarafından yazılmış "Eating up italy voyages on a vespa " adlı kitabı görünce tabii ki almadan edemedim.
Yazar kırmızı olmasada Italya boyunca vespayla dolaşarak yaptığı gastronomik geziyi anlatıyor
Kitabı halen okumakla beraber italya ,vespa ,yemek ve " la dolce vita" meraklılarına duyurulur.
Not:unutmadan Floransa'nın daracık sokaklarında rasladığım kırmızı vespanın yanında fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedim :)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Başlık Bulunamadı

Geçen zamanda aslında yazılacak ,anlatılacak ne kadar çok şey birikti.Okul bitti ,kepler atıldı yakında beni bir iş koşuşturması bekliyor ... Arkamı dönüp şu 4 seneye baktığımda ilk günkü tutkumdan hiç bir şey kaybetmediğimi görüyorum.Hala hayallerim cebimde hatta cepler biraz kabarmış mı ne ? Üniversiteye başlarken Alman lisesinin gri dünyasından kurtulduğuma ilkin seviniyordum. Bilmiyordum daha o zamanlar grileri insanların kendisinin yarattığını. Bizim liseden mühendis,avukat,doktor çıkardı çıkmalıydı bense bir pencere açmak istiyordum ,aşçı olmak istiyordum ,yemeğe olan tutkum ve sevgimin ötesinde belki de dur demek istiyordum hayatın bu koşuşturmacasına.ÖSS illetine kendimce bir meydan okuyuşuydu belki de..Hocalarımdan,arkadaşlarımdan bazıları tebessümle bakıyordu bana böyle söyleyince ama ben aşçı olmak istiyordum Hayata karşı sorumluluklarım olduğunun ,bir amacımın olması gerektiğini öğretmişti Alman lisesi.Bense, bana öğretilenlerle isteklerimi kafamda evirip çeviriyor orta yolu bulmaya çalışıyordum kendimce.Aşçı olacaktım benim için önemli olan insanın sevdiği işi yapmasıydı ve insan sevdiği işte başarılı olurdu.Başarı sayılarla değil mutlulukla ölçülüyordu benim dünyamda. Aşçı olacaktım.. ama sırf kendi zevkim için değil ülkem içinde bir şeyler yapmalıydım.Türk mutfağı içinde bir şeyler yapmalıydım ama ne yapmalıydım daha şekillenememişti o 4 senenin beni beslemesi gerekmekteydi. Lisem bana düşünmeyi,sorgulamayı,okumayı,araştırmayı,program yapmayı öğretmişti.Ve en önemlisi hayatın anlamının başka yerlerde olduğunu göstermişti.Üniversite ise o anlamın ne olduğunu bulmama yardım etti,başka yerlere taşıdı sanırım. Üniversiteye başladığımda hem yemekle daha doğrusu gastronomiyle ilgili hem de hayatla ilgili başka odacıklar olduğunu gördüm.Öğrendim ki aşçılığın ötesinde başka bir dünya var bir kültür var, bir tarih var ,bir bilim var, saymakla bitiremeyeceğim başka bir sürü şey var ve öğrendim ki aslında hepsi birbiriyle bağlantılı ve hepsi yaşamımızın o kadar içinde, yanı başımızda duruyor. Üniversitede okurken çok güzel günlerim geçti bu konuda bazı arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.Bende ki tutku onlara fazla geliyordu biliyordum ama beraber sofralara çok oturduk çok güldük.İçki içer, rakıyı çok sever oldum :)) Hayatı,keyfi,mutluluğu tekrar betimledim kendime. Unutmadan insan ilk kazık yemeği öğrenmeye okulda başlar derler ya doğruymuş gider ayak bunu da öğrendim :) Sonra kendimde daha keşfedilmemiş tutkular olduğunu öğrendim, yemeğin yanına birde geziyi ekledim, tarihi ,okumayı seven bene bir de sosyolojiyi,kültürün yolculuğunu ekledim.Sonra gidilmeyi bekleyen haritalar ,daha kurulmamış sofralar ,yürünmeyi bekleyen sokaklar ,tadılmayı ve yapılmayı bekleyen yemekler,tanışılacak insanlar,kurulmayı bekleyen dostluklar çizdim ceplerime koydum.Artık kendimi aşçı olarak tanımlamak bana yetmiyor aşçı gastronom mu demeliyim kendime ? Yok yok hala isimlendiremediğim bir şeyim ben. Hala önümde keşfedilmeyi bekleyen uzun bir yol var eminim buna. İşte bu ucu gözükmeyen yolun bir köşesinde slow food'la da tanıştım.Şu ara kendileriyle pek bir haşır neşirim öyle ki kendisine ayrı bir başlık ayrı bir yazı yazma gereği duyuyorum.SPAN>

1 Ocak 2009 Perşembe

Şu ara en büyük zevkim amazon.com 'a girip kitaplar arasinda surf yapmak.Kendime bir wish list bile hazırladim.Çalıştığım yerde genelikle tatlılar ve ekmekle ilgilendigim icin o her zaman yemek yapmasini tatli yapmasina tercih eden Ceylan bile tatli yapmayi daha çok sevmeye başladı ve amozon.com'dan çıkmaz oldu.
Ama asil aklima takilan neden bizim bir fındık kitabımız yok ? Dünyanın %90 fındık ihtiyacını karşılayan ülkemizde hic mi sadece fındığa adanmış bir kitap olmaz içinde türlü türlü fındıkla yapılabilecek tarifler olmaz ?